Ağabeyim önce bana baktı, sonra etrafına, sonra yine bana… Gözlerindeki şaşkınlık yerini öfkeye bıraktı. Dudaklarından titrek bir fısıltı döküldü: “Zeynep… bu ne hal?!” Ben gözyaşlarıma engel olamadım. Sözler boğazıma düğümlendi, içimden sadece hıçkırıklar döküldü. Daha söyleyecek bir şey bulamadan patron kapının eşiğinde belirdi. Gözleri şüpheyle kısıldı, yüzünde sert bir gülümseme vardı. “Ne bu bakışmalar? Hadi işinize bakın!” dedi, tehditkâr bir sesle. Ağabeyim, gözlerini ondan ayırmadı. Yavaş ama kararlı bir sesle: “Bu kız benim kardeşim. Onu alıp götürüyorum.” dedi. Patron kahkaha attı, odada yankılandı. “Buraya giren öyle kolay çıkamaz! Hele senin gibi delikanlı hiç çıkaramaz. Burası öyle ucuz bir yer değil.” Ağabeyim cebinden bir tomar para çıkardı, masanın üstüne fırlattı. “Ne kadar istiyorsan söyle, ama bu gece Zeynep buradan çıkacak!” diye haykırdı. Patron paraya şöyle bir baktı, sonra bana, sonra tekrar ağabeyime… Yüzünde öfke ve çıkar çatışmasının karıştığı bir ifade vardı. Birkaç saniye sessizlik çöktü, sanki zaman donmuştu. Ben kalbimin sesini kulaklarımda uğultu gibi duyuyordum. Sonunda patron homurdandı, dişlerini sıktı ve eliyle kapıyı işaret etti. “Al git… ama bir daha buralara uğrarsan ne seni, ne kardeşini sağ bırakırım.” Ağabeyim kolumdan tuttu. Çıkarken dizlerim hâlâ titriyordu. Demir kapının ardında, yıllardır görmediğim o gökyüzü karşımdaydı. Nefesim açıldı, ciğerlerim yanarcasına havayı içime çektim. Yıldızlar parlıyordu, özgürlüğün kokusu vardı dışarıda. Yıllardır içimde taşıdığım defterin son cümlesi geldi aklıma: “Bir gün buradan kurtulacağım.” Ve işte o gece… yazdığım o cümle nihayet gerçeğe dönüştü. Ağabeyimin yanında yürürken gözyaşlarım süzülüyordu. Ama bu defa acıdan değil, yeniden doğuşumdan. Ben artık geçmişin karanlığında bir numara değil, adımla yaşayan bir insandım: Zeynep.